TERS GÖÇ GİRİŞİM GRUBU

tersgoc@gmail.com

12 Haziran 2007 Salı

33 yaşına kadar İstanbul’da yaşamış olan Candan Turhan’ın Şirince köyüne tek başına yerleşme hikayesi.

Aşağıda yer alan ropörtajda Candan Turhan'nın adı CT kısaltmasıyla kullanılmaktadır.

Ayrıca Candan Turhan'nın cevaplarında çarpıcı bulduğum mesajları sizler için kırmızı ile işaretledim.

MB: Nerede yaşıyorsunuz, kaç yaşında veya hayatınızın hangi aşamasında ve neden buraya taşındınız? Özellikle burayı tercih etme nedeniniz ne oldu? Coğrafi konumun (örneğin şehre, denize, dağa, turistik merkeze yakınlığı) bir etkisi oldu mu?

CT: 33 yaşıma kadar İstanbul’da yaşadım. Her zaman biliyordum hayatıma orda devam etmek istemediğimi, çok uzaklaşmak da istemiyordum, Türkiye’de bir dağ köyü hayal ediyordum. İşimden yeterince sıkıldığımda, kendi başıma karar verebilecek kadar tek başıma kaldığımda burayı buldum. Evet, ilk tercih ölçütlerim arasında coğrafi konum vardı: Çok sıcak olmasın, dağ olsun, deniz olmasın (denize meraklı değilim ve ayrıca deniz olan yerler illa bir zaman istila ediliyor), biraz dünyaya açık bir köy olsun, vb derken karşıma Şirince çıktı. Kısa sürede kaderimde buranın olduğuna inandım.

MB: Oraya sizin gibi şehirden gelerek bilinçli yerleşen var mı?

CT: Bizim köy yarı turistik bir köy olduğundan, sanırım bir de İzmir’in sayfiyesi sayılabileceğinden, az çok bilinen ve şehirlisi de nispeten bol olan bir köy. Benim gibi sürekli burada yaşayan belki bir, iki aile var, ama onun dışında burada evleri olup her fırsatta, hafta sonları, tatil, bayram zamanları ve yaz aylarında gelen epey var (on hane kadar). Hala da var yerleşmek isteyen ama köyün statüsü nedeniyle ev bulamıyorlar.

MB: Yaşadığınız yerden şehre ne kadar zamanda gidiliyor ve siz ne sıklıkla şehre gidiyorsunuz?

CT: Burayı çok rahatlıkla tercih etme sebeplerimden biri de şehre ve çeşitli merkezlere yakınlığı. Bir saatte güzel İzmir’deyim, yarım saatte Kuşadası’ndayım, İzmir’de alışveriş merkezleri, İkea, hastaneler, iş için gelen ahbaplar, orada yaşayan arkadaşlar var, Kuşadası’nda deniz, balık lokantaları, yazlığa gelen eş dost, Starbucks, alışveriş olanakları, dövizci, bankalar, Mado, büyük Tansaş, büyük Migros, Koçtaş vs. Köy zaten Selçuk’a bağlı, orası da 10 dakika mesafede ve (çok seçenekler olmasa da) gerekli her şey var. İzmir havaalanı bir saatlik mesafede, istersem birkaç saat içinde İstanbul’da veya herhangi bir büyük şehirde olabilirim. Sanatsal, kültürel faaliyetler zaten ayağımıza geliyor, yaz boyu Efes Antik Tiyatro’da veya Celsus Kütüphanesi’nde konserler oluyor – Efes buradan 15 dakika. Ben yaklaşık iki ayda bir, bir hafta kadar İstanbul’a gidiyorum. Gelen giden olmadığı ve sıkıldığım dönemlerde İzmir’e hava değişikliğine, medeniyete karışmaya gidiyorum, ayda bir falan. Kuşadası’na da ayda bir herhalde gidiyorumdur, alışverişe, arkadaşlarla buluşmaya, veterinere, kahve içmeye, deniz seyretmeye vb. İzmir’i ve Kuşadası’nı hiç bilmezdim, buraya gelince öğrendim, her ikisinin de çok hoş yerleri var ve çok keyifli oluyor köyden oralara gitmek. Yaz olunca zaten herkes yazlıklarına geliyor (Çeşme, Bodrum, Datça, Marmaris, Foça) ve karşılıklı ziyaretlerde bulunuyoruz.


MB: Yerleşim sorunu yaşandı mı? Yerliler bu girişiminizi nasıl karşıladılar?

CT: Daha çok inanmazlıkla karşıladılar: Köylülerin gözlerinde büyüttüğü “koskoca İstanbul”u bırakıp bu “zavallı köy”e yerleşmek onlara göre olacak iş değil ya! Ama burası nispeten açık kafalı bir köy, tek başına bir kadın olarak buralara yerleşmemi (inanabildikten sonra) kolayca kabul ettiler.

MB: Yetkililer bu girişimize yardımcı oldu mu?

CT: Ellerinde olsaydı olurlardı eminim, ama çok becerikli, iş bitirici insanlar olmamalarından mütevellit ben her işimi kendim hallettim. Taş koyan oldu mu derseniz, olmadı. Olmasına sebep yoktu, o da ayrı: Bir sürü insan benden ekmek yedi ve yiyor sonuçta. Köy için benim varlığım bir artı değer, harcadıklarım, inşa ettirdiklerim, gelen gidenimle.

MB: Barınağınızı nasıl elde ettiniz?

CT: Önce kiralık ev aradım ama köylerde kiralık ev olmuyor anlaşılan, oturulabilecek durumda olan evlerde köylü oturuyor zaten, ancak ahırdan bozma yerler verilebiliyor, onları da yaptırmak ayrı dert ve masraf. Sonra satın alacak ev aradım, onda da durum aynı. Harap bir evi alıp yaptırayım desen, köy 1. derece kentsel sit alanı, tadilat, restorasyon çok meşakkatli ve uzun vadeli işler. Neticede ben köy dışında bir arazi alıp oraya gönlüme göre bir ev yaptım. Evi yaparken de yakında olmak için Selçuk’ta ev tutup oraya yerleştim, bir buçuk sene orda yaşadım.

MB: Yerlilerle nasıl bir iletişim içindesiniz? Yakınlık düzeyi nedir? Ziyaretler ne kadar sıklıkla oluyor?

CT: Bizim köy yaklaşık 100 haneli, yani küçük. Ben herkesi tanımasam da çoğunu (en azından aile olarak) tanıyorum, onların hemen hepsi beni (en azından dağdaki o taş evde tek başına oturan İstanbullu olarak) tanıyor. Köyde gezerken hemen herkesle selamlaşıp, hepsinden çay ikramı alıyorum yani. Artık beni tanımayanlara çatıyorum bile... Evlerine ziyarete gittiğim, bayramlarda el öptüğüm birkaç aile var. Genelde herkesin turistik bir işi olduğundan, lokantalarını ya da pansiyonlarını ziyaret ediyorum. Benim yerim biraz sapa olduğundan çok da gelen yok ama geçen komşular uğrar bir çay içmeye buralarda işleri olduğunda. Ben çok da sosyal olmadığımdan biraz kısıtlı böyle ziyaretlerim. Köyden ve kasabadan birkaç arkadaşım var, akşamları gidip geldiğimiz veya gezmeye, düğünlere, denize falan birlikte gittiğimiz. Zaten bir şekilde bana “emanet” gibi mi bakılıyor desem, yani beni hoş tutmak için her şeyi yapıyorlar genelde. Bir telefonla evime ilaç getirtebiliyorum, veresiye şarap alabiliyorum, yemeklerimi zaten veresiye ve indirimli yiyorum, muhtarlığı arayıp bir şey rica edebiliyorum, kahvede oturup köylülerle çay içiyorum, borç alabiliyorum, eleştiride bulunabiliyorum. Ortak konu olduğu sürece, ve doğal olduğu sürece herkesin köylülerle muhabbeti böyle olabilir bence, yani bunda fevkalade bir şey yok.

MB: Günlük hayat nasıl geçiyor? Şehirdeki alışkanlıklarınızı çok arıyor musunuz? Veya keşke şu olsaydı dediğiniz bir şey var mı - örneğin alışveriş, lokanta, sinema veya konsere gitmek vb.

CT: Ben tek başıma yaşadığım için evin tüm işleri bana ait. Alışveriş, yemek, bulaşık, temizlik, çamaşır, tamirat, yeni yapılacak şeyler, karar vermeler, usta bulma, anlaşma, iş yaptırma, köpeklerin her şeyi (üç köpeğim var), bahçenin her şeyi (çiçekler, çalılar, fidanlar, meyve ağaçları, sebze bahçesi, yenebilir otlar vb), arabamın işleri, kışın ısınma, yazın serinleme, gölgeleme işleri, bahçeyi kışlık ve yazlık hale sokmalar vb. Yani günlerim çok dolu. Şehirdeki hiçbir alışkanlığımı aramıyorum. Sinema ve konser çok sevdiğim faaliyetler ama gördüğüm kadarıyla İstanbul’daki arkadaşlarım da benden daha sık gidiyor değiller bunlara! Yazlık mekanlarda, Efes’te, Çeşme’de, festival zamanları İstanbul’da konserlere göre programlar yapıyorum zaten, onlar yeterli oluyor.

MB: Orada karşılaştığınız günlük zorluklardan bahsedebilir misiniz?

CT: Zorluk demeyeyim ama günlük sıkıntım devamlı göz altında, mercek altında olmak. Biri Bizi Gözetliyor evi gibi burası, her yaptığınız, şu saatte lambanı yaktın, bilmem kimle konuştun, şu gün şuradan geçtin, köpeğin köpeğime havlamış, iki ağaç dikmişsin falan gibi herrr şey izleniyor, biliniyor, konuşuluyor. Bunu da böyle kabul etmek zorundayız, köylünün yapacak işi yoktur, ne görse, ne duysa alakalı, alakasız onu anlatır da anlatır. Başka? Başta biraz anlaşma sorunum oluyordu, şimdi dillerini biraz daha iyi çözdüm, anlıyorum. “Naparsın?” hatır sormak oluyor. Lafın sonuna “be yaw” eklendi mi iyi bir şey, sempati ifadesi (hoşgeldin be yaw!). Mesela adam diyor ki, “Yarından sonra geleyim olmazsa.” Bu demek ki yarın değil öbür gün kesin gelecek. Tav olmak, sinir olmak demek, kayış atmak, kazık atmak demek. “Pastanenin hemmen yanı” demek, aynı sırada, beş dakika ilerde demek. “Senin işin vardır şimdi, çayla uğraşma” demek, çay yapsana demek. Ve saire :))

MB: Üretim mealinde orada neyle uğraşıyorsunuz?

CT: Buraya gelirken işim yoktu, daha doğrusu işim ev yapmak ve burada bir hayat yaratmaktı. Evi yapıp içine oturunca, şimdiye kadar tutkum olan yazmak bir şekilde işim haline geldi. Aktif olarak okumanın yanı sıra şu anda dergilere yazı yazıyorum, birkaç kitap hazırlıyorum ve başka yazı projeleri üzerinde çalışıyorum. Bu aslında “neyle iştigal ettiğim” sorusunun yanıtı. Ben kendime göre çok daha önemli bir şey yapıyorum gündelik olarak ve gündelik hayatımla birlikte: Kendi içinde sürdürülebilir, mümkün olduğunca bağımsız, doğayla uyumlu bir hayat yaratmaya çalışıyorum. Her işimi kendim yapmaya, bunu yaparken de ana kaynak olarak, iş bitirici unsur olarak parayı değil yaratıcılığı ve elimdeki kaynakları kullanmaya çalışıyorum. Hedef, zaman içinde (nerdeyse) tamamen yerleşildiğinde, köyün ortalama evinden, zeytinliğinden, ailesinden çok da farklı olmayan bir masraf(sızlık)la ve emek(sizlik)le dönebilir bir hayat yaratmak.

MB: Yaşadığınız köy/kasaba ile ilgili projeleriniz var mı?

CT: Olmaz mı! Buraya ilk geldiğimden bu yana her gün köyü ve kasabayı “kurtarmak” için ne projeler geliştirdim:)) ama insan zamanla bu işlerin çok meşakkatli olduğunu, uzun vadeli, derin etkili projelerin belki bir parça işe yarayabileceğini, onları gerçekleştirmek için de yerel birimlerin katılımı, desteği gerektiğini anlıyor. O da elde edilir, sorun değil, ama ben pek takım insanı olmadığım için henüz sabrımı, cesaretimi toplayıp da girişemedim. İşin içinde benim buradaki düzenimi yeni yeni oturtmakta olmam, ne yapmak istediğimi ve ne yapabileceğimi yeni netleştirmem de var. Şu andaki bir projem muhtarlığa köyün turistik yüzü için yardımcı olmak (köyün düzeni, standlar, dükkanlar, fiyatlar, turistlere davranışlar, yabancı dilde tabelalar vb). Diğer ve (kendimce esas gördüğüm) proje ise köyün gençleriyle tematik sohbet toplantıları: gençlerin ufkunu açmak, ülkeden, dünyadan, başka yerlerden ve başka insanlardan konuşmak, insanlar, başka ülkeler neler yapıyorlar, ne yiyorlar, ne izliyorlar, sorunları ne, gençleri ne yapıyor, insanların ne gibi işleri var, nasıl o işleri elde ediyorlar, vb konularda ben ve başka şehirli konuklar yönetiminde sohbetler. Ne zaman gerçekleşir bilmiyorum ama şevkimi kıran bir şey olmazsa bunu sürekli yapmak arzusundayım.

MB: Orada yaşarken kendinizi dünyadan soyutlanmış gibi mi yoksa yapıcı ve güçlü biri gibi mi hissediyorsunuz?

CT: Her ikisi de, olumlu anlamda. Yani enerjimi düşüren, zamanımı çalan günlük “haber”lerle muhatap olmuyorum (ki İstanbul’dayken de gazete okumaz, tv izlemezdim). Ama seçici olarak internetten istediğim haber kaynaklarına ulaşıyor, yazma ve okuma alışkanlığım sayesinde çevremin olaylara yaklaşımlarını izliyorum. Sonuçta da çoğunluğun iktidarına ve tahakkümüne kapılmadığım için haberlerin ve olayların göbeğinde yaşayanlardan bence çok daha yapıcı, çok yönlü ve güçlü yaklaşıyorum her türlü olaya. Sonra hayatımdan çalan trafik, sinir, Allah’ına yan bakan insanlar, haset, vahşet gibi büyük şehre mahsus şeylerden de soyutlanmış olduğumdan daha kendim, daha verimli, daha iyi bir insan olabiliyorum. Kendi potansiyelimi yaşıyorum, kendimi (oradakinden) başka kriterlerle ölçüyorum, kendimden çok memnunum.

CT: Makro hayat, mikro hayatların birleşimidir bana göre. Ben burada mikro hayatımla ilgileniyorum, ki bir kişinin makro hayata yapabileceği en iyi katkıdır bu bence. Şehirde yaşamamın hiçbir şey ve hiçbir kişi için daha iyi olacağını düşünmüyorum. (HSBC için, Koç Holding için, Burger King için çalışsam oradaki “verimliliğimin” kime, neye katkısı olacak ki?)

MB: Güvenliğinizi nasıl sağlıyorsunuz, herhangi bir tehditle karşılaştınız mı?

CT: Buranın en sevdiğim, en çabuk uyum sağladığım ve en vazgeçilmez bulduğum yönlerinden biri güven duygusu. Burası güvenli nokta. Arabanın anahtarını üstüne bırakmak, cep telefonunuzu sokakta düşürdüğünüzde birinin bulup size getirmesi, evin kapısını akşam kilitlememek gayet normal şeyler. Gecenin köründe köyde olsun, kasabada olsun sokakta tek başına yürünebilir en ufak bir endişe olmadan. Lokantada çantanızı masada bırakıp tuvalete gidebilir, paketlerinizi bir dükkana emanet edebilir, acil bir durumda daha evvel alışveriş ettiğiniz bir dükkandan borç alabilir ya da veresiye alışveriş yapabilirsiniz. İnsanın canına veya malına tehdit gelmeden yaşaması, İstanbulluların yaşamadan anlayamayacakları müthiş bir lüks.

MB: Vahşi hayatla nasıl başa çıkıyorsunuz – börtü böcek, vahşi hayvanlar vb?

CT: Doğada ve doğayla yaşamanın tek yolu, tahakküm kurmak yerine uyum sağlamaya yönelik bir yaklaşımdır. “Onları kovacağım, yok edeceğim, burası benim, burada ben yaşayacağım,” diyemezsiniz. Derseniz zaten oradaki hayatınızın şehir hayatından ilke olarak pek de farkı olmaz. Bir bu yaklaşım ana ilkedir doğayla “başa çıkmakta”, bir de korkunun bilgisizlikten kaynaklandığını hatırlamak. Elbette çok ana kuzusu da olmamak lazım, bir örümcek görünce odadan kaçıyor, bir karafatmayı kağıtla tutamıyorsanız işiniz zor. Kendi durumumdan örnekler vereyim:

CT: Birkaç gün önce terasımda dev bir kaplumbağa dolaşıyordu. Köpekleri ona dokunmamaya ikna ettim, o da sakince gitti. Hem yavruları da varmış, bahçede çalışan eleman söylemişti. Önceki gün de bir tilki kapıya çarptı. Herhalde yavrularına yiyecek aramaya buralara kadar inmiş, terasa gelip de köpeklerle karşılaşınca şaşkınlıktan kendini atınca kapıya çarptı, sonra tabii uzaklara doğru uçarak uzaklaştı. Köpekler de peşinden, ama neyse ki yaklaşamadılar. Dün bir engerek (ki gerçek engerek değildir herhalde, buralılar öyle adlandırmış, küçük ama zehirli bir yılan) en büyük köpeğimi tehdit etti, bu ses de nerden geliyor derken baktım bizimki şaşkın bir şekilde yılana bakıyor, yılanın kafası havada sesi çıktığınca tıslıyor. Köpeği tuttum, hızlıca uzaklaştık oralardan. Geçen yaz iki kere eve yarasa girdi, biri yatak odama biri salona, çıkarana kadar akla karayı seçtim. İlk taşındığımda eve yılan girmişti, farelerin ardından elbet, kovaladık gitti, bir daha da gelmedi. Fareler deyince, ilk kez bu baharı faresiz geçirdim, hala inanamıyorum. Bundan evvel depodaki kutulardan yavruları çıkar, hemen her akşam evin bir köşesinden tıkırtılar gelir, seyahate gittiğimde evde cirit atılmış olur falan. Bir de, ilk taşındığım yaz hiç olmadı ama geçen yaz epey akrep öldürdüm.

CT: Bunların hepsini serinkanlılıkla yapıyorum çünkü hiçbirinin bana zararı olmadığını biliyorum. Tilki insandan ve hatta köpekten kaçar, yılan insanın olduğu yerlere yaklaşmaz, fare girebileceği delikler kapatılınca dışarıda kalır, akrep sokunca birkaç saat yakar, yarasa müthiş görüşüyle insana kanadının ucuyla bile dokunmaz, eşek arılarının insandan alıp veremediği yoktur, süleymancıkların tek sorunu pislik yapmalarıdır, dev kertenkeleler sorunsuzdur... Hayvanları bir bir tanıyınca, ne yaptığında ne demek olduğunu, ne ses çıkardığında ne yaptığını anlayınca korkacak bir şey de kalmıyor, çünkü temelde hiçbir hayvan insana karşı saldırgan değil. Asıl saldırgan olan biziz! Elbette tahmin edilebilirliği daha düşük olan, bu yüzden benim de korktuğum hayvanlar var: Bir zamanlar buralarda bol bol yaşayan Anadolu kaplanları, ya da ayılar veya kurt sürüleri olsa ben de korkardım. Belki onların da huyunu, suyunu tanıyana kadar...

CT: Ben geldim burada dağın başına, toprağın bağrına yerleştim. Burada benden önce nesillerdir bu hayvanlar yaşıyorlardı. Benim ne önceliğim, ne üstünlüğüm var ki onları buradan kovmaya hakkım olsun? Ben onlara saygıyla yaklaşırsam onlar da bana zarar vermezler diye düşünüyorum. Birkaç gün evvel domates tarlamda bir engerek yavrusu vardı. Öyle yatmış uyuyordu. İstesem hemen öldürebilirdim, ya da bir dalla alıp uzaklara atabilirdim. Yapmadım, düşündüm bir şey yapmama gerek var mı diye, hem bir şey yaparsam anası gelip arar, daha fena olur diye de düşündüm, tekrar çıkıp baktığımda gitmişti zaten. Doğaya, doğanın dengesine güvenmek gerek, saygının, yaşama hakkının karşılıklı olduğuna inanmak gerek.


MB: Sağlık hizmetlerindeki kaliteden memnun musunuz? Doktor ve hemşirenin verdiği hizmet yeterli mi?

CT: İstediğiniz ilaca veya malzemeye (lens suyu, gözlük, kadınsal ihtiyaçlara yönelik vb.) ulaşmakta güçlük çekiyor musunuz? Köyde sağlık hizmeti yok denebilir. Kasabada idare eder, bir SSK hastanesi ve (vizite ücreti 2 YTL olan :)) sağlık ocakları var. Yakındaki Kuşadası biraz daha işlek olduğundan özel doktorları, özel hastaneyi güvenilir buluyorum. Ama düzenli iyi sağlık hizmeti için yakındaki büyükşehir olan İzmir’e güveniyorum. Çok şükür kronik bir sağlık sorunum yok, bir şey olursa da en kötü ihtimalle bir saatte iyi bir hastanede olabileceğimi bilmek iyi bir his. Kasabada dişçiye bile gittim, küçük şeyler için de olsa. Ahbap olduğum bir eczacı var, başıma bir acil durum geldiğinde ondan telefonla ilaç istettim, dolmuşla köye gönderildi, köyden biri ricayla evime getiriverdi. Öncelikle, insan ilişkilerinin küçük yerlerdeki sıcaklığı, insanların yardımseverliği çoğu sorunu aşmaya yardımcı oluyor. İkincisi de artık kargolar, elektronik haberleşmeler vb o kadar kolaylaştı ve yaygınlaştı ki tek başına yelkenliyle okyanusu geçen adam bilgisayarından bacağına ne olduğunu doktorlara gösterebiliyor ve tarif ve gerek üzerine kendini ameliyet edebiliyor. Aynı şekilde bulamadığınız bir ilaç, malzeme vb varsa İstanbul’da ya da New York’ta ya da herhangi bir yerde birisi bulup bir, iki gün içinde size ulaştırabiliyor. Yani cevabım: aradığım her şeyi bulabiliyorum!

MB: Evcil hayvanınız varsa onlarla ilgili sağlık hizmetleri nasıl?

CT :Zor tabii, hayvan deyince inek ve keçi anlayan halka kedinize, köpeğinize nasıl ihtimam gösterdiğinizi anlatmak. Veterinerden çok baytar var bu civarda. “Benim de köpeğim var,” diyen adama nerde olduğunu sorunca, “Bilmem, herhalde öldü gitti bir yerde, yarası vardı geçmedi, birkaç gündür gözükmüyor,” diyebiliyor gayet sakin. Yine de bulunuyor elbet birileri, ama en iyisi kendinize güvenmeniz ve telefonla da olsa hep ulaşabileceğiniz bir becerikli veteriner tanımanız.

MB: Şehirden uzaklaşmanıza karşı en büyük zorluk ne oldu?

CT: Sosyal baskı. İstanbul’dan başka yerde yaşanmasının mümkün olmadığını düşünen (ve ifade eden!) insanlar. “Birini bulmadan” gitmemek gerektiğinde ısrar edenler. Doğada huzurlu bir hayat yaşamak isteyen eğitimli, genç, üretken bir insanın hakiki anlamda delirmiş olduğunu sananlar. Kuyruğunu kıstırıp geri gelir bir süre sonra diye müstehzi gülenler. Doğanın ezerek değil uzlaşarak bizimle aynı taraf olacağını anlamayanlar. Akmerkez’siz yaşamayı tahayyül edemeyip bu hissini herkese ait bir gerçek sayanlar.

MB: Orada yaşamanın en güzel yanı nedir? Ruhunuzu neyle besliyorsunuz?

CT: En güzel yanı tamamıyla güvende olmam ve gündelik hayatımda kötülükle karşılaşmamam. Yapay hayatın ve metropolün pisliklerinin bana ulaşmaması da harika, hava kirliliği, gürültü, saygısızlık, küstah insanlar, kalabalık, rekabet, hırs, acımasızlık, magandalık, mutsuzluk, bezginlik gibi. Gören gözlerle etrafa bakmak ruhumu beslemek için yeterli.

MB: Oraya tamamen uyum sağladığınızı düşünüyor musunuz? Ya da başka yerlere gitme ve yerleşme arzunuz var mı?

CT: Bir insan bir yere ne kadar uyum sağlayabilirse, ben de buraya o kadar uyum sağladım. Hayatımın sonuna kadar burada yaşayacağımı düşünerek yerleştim buraya. Yine de koşullar gerektirirse bir gün başka bir yere yerleşebilirim ama asla bir büyükşehrin göbeğine dönmek istemem.

MB: Şehirlilere vermek istediğiniz bir ana fikir var mı?

CT: İnsanın kendini bilmesi yeterli. Ne isteyip ne istemediğinizi, neyle başa çıkıp neyden kaçınmak istediğinizi bilirseniz ona göre bir yer seçebilir ve yaşama koşullarınızı yaratabilirsiniz. Benimkinden daha doğayla mesafeli bir hayat da mümkün, daha teknolojiyle mesafeli hayat da, daha dışa dönük, daha verimli, daha sosyal / aktif... Yeter ki siz kendiniz için ne istediğinizi iyi bilin.

Mete Tortop'un Bozburun’da kurduğu yaşam.


Aşağıdaki yazının devamını www.bozburun.com adresinde bulabilirsiniz.

“Ben Mete. Uzun yıllar büyük şehrin koşuşturması, kalabalığı ve kirliliği arasında yorulduğumu, dahası benliğimi yitirmeye başladığımı hissettim. Arkaya dönüp baktığımda büyük şehrin benden ne kadar çok şey aldığını ve ne kadar az şey verdiğini gördüm. Bir şey yapmam gerektiğini biliyordum. Tükenmek üzereydim ve şarj olmaya ihtiyacım vardı. Yasemin ve ben insan ilişkilerinin içten, doğal ve masumca yaşanması gerektiğine inanıyorduk. Zira şehrin çıkarcılığından, yapaylığından ve kötülüğünden yorulmuştuk... Hem de çok yorulmuştuk...İkimizde hiç tereddüt etmeden Bozburun diye düşündük... Evet! Bozburun yıpranmış ruhlarımıza tekrar enerji verebilirdi. Çünkü Bozburun'da zaman diye bir kavram yoktu. Sadece ve sadece hayat vardı... Hem de en saf haliyle...2005'in Ocak ayında Bozburun'a yerleşmeye karar verdik... İkimizin de kafasında kendi hayatımızı, dışarıdan hiçbir sınırlama olmadan, hiçbir engelleme ile karşılaşmadan, saf özgür irademizle kurmak vardı... Bunu yapabileceğimizi biliyorduk çünkü beraberdik ve kendimize güveniyorduk. Ama belki de en önemlisi artık Bozburun'daydık... Peter Pan'ın Neverland 'i misali, Bozburun da bizim özgürlük ülkemiz olacaktı... Çünkü bu kasabada nefes bir başka alınıyor, yemek bir başka yeniyor, sanat bir başka yapılıyordu...1 dönümlük bir arsa bulduk, hemen kasabanın merkezinde. Üzerinde metruk bir evcik vardı... Burası dedik... Bizim Neverland'imiz burası olacaktı. Biz de onun Peter'i ve Wendy'si... Özgürce kendi evimizi, istediğimiz şekilde tasarladık. Tam 5 ay çalıştık. Hala da çalışıyoruz... Ve daha da çalışacağız... Çünkü özgürlüğün sınırı olmadıktan sonra, yaratıcılığın da sınırı yoktur! Çok şey yaptık, daha da çok yapacağız! Ama işin güzeli ne biliyor musunuz? Bunu zevkle ve keyifle yapıyoruz. Hem de tanımlanamayacak bir keyifle... Bunun yaşanması gerekiyor sanırız.”

Kendisiyle yaptığımız görüşmenin içeriğini de aşağıda bulabilirsiniz:

“Buralara gelmiş olmaktan son derece mutluyuz, ama bazı revizyonlar yaptık. Mesela, geçen kışı Bodrum'da geçirdik, bundan sonra da öyle olacak. Kasım sonu hatta aralıkta gittik, nisanda Bozburun'a döndük, arada geldik tabii ki. Buralar kışın, kovboy filmlerindeki terkedilmiş köyler gibi, fazlacamahzunlaşıyor. Bodrum ise millet gidince güzelleşiyor. Zaten Bodrum'da kışın açık olan mekanlar neredeyse yazın kapalı gibi.

Aslında bu yaptığımız da çoğuna göre yine tersine gibi ama bize göre hiç de yanlış değil. Bizim gibiler bilir, büyük şehirlerde nerdeyse bitmiş olan komşuluk, arkadaşlık ilişkileri buralarda da yok gibi. Yerli halkla daharahat ilişki kurabiliyorsunuz, onda da sosyal seviye sınırlayıcı oluyor. Bizim gibi sonradan gelenler çoğunlukla problemli! Bu tanım pek doğru olmayabilir ama bir şekilde kaçışta olan insanlar. Onun için aralarında diyalog kurmaları da kolay olmuyor. Yani birinci koşul, doğayı seveceksin vegerektiğinde kendi kendine yetebileceksin. Başladık inşallah sürer. Ekte Bozburun'dan çektiğim ve çok sevdiğim fotoğraflar var.

Ankara’da doğup büyüyen Cem Kangotan askerliğini tamamladıktan sonra Alanya’da doğa sporlarıyla uğraşır ve araç kiraya vermeye başlar…

Hikayeyi kendisinden dinleyelim:

“Ben 70/ 80’li yıllarda ailemle tatile Alanya’ya gelirdim. 3/4 hafta kalırdım. Biraz hiperaktifmişim herhalde Alanya’nın her yerini gezermişim, sokaklarında top oynarmışım, kumsalında ata binermişim, çaylarında yüzermişim, diskolarında dans edermişim falan
filan. Şimdiki iş adamları ve diğerleriyle, yörenin insanlarıyla tanışmışız o günlerde. Mesela Kıbrıs barış harekatını duyduğumda Alanya’da denizdeydim. Sonra üniversite, askerlik derken 1988 de Turizm amacıyla Alanya’ya yerleştim. Evlenmiştim ve ailelerimiz çok karşı çıktılar. Entegrasyon sıkıntısını 1988 den beri çekiyorum. Karım için daha zor oldu.

Burada, kendi ekonomini sağlama aldığın sürece iyisin yoksa yok olursun. Küçük yerler, küçük insanlar, düşük eğitim seni anlamaz ancak sende ne var diye bakar, merak eder ve çabucak tüketir. Çok İdealist olmak lazım çoook.

1988 Mayıs ayında bir dükkan kiralayıp, çok da fazla araştırma yapmadan buralarda yaşamaya başladık. Zaman geçtikçe alıştık ve kendimizi işe verdik ve yaklaşık 20 yıl geçti.
Hala buradayız. Hiçbir zaman her şey tam olmuyor. En çok ailemizi özlüyoruz ve onlarla sorunlarını paylaşmakta zorluk çekiyoruz.

Ama tabiatı ve zamanı doyasıya kullanabiliyoruz. Mesela çocuklarımız, okulun ders zili çalınca evden çıksalar bile yetişebiliyorlar. Nisan ayından Kasım ayına kadar her gün denizdeyiz. İşimizin içinde zaten yaylalar, nehirler ve benzeri doğal güzellikler var. Ayrıca etrafımızda bizler gibi ailelerde var. Dostlarımız çoğunlukla Alman, iskandinav, İngiliz, İrlanda veya Hollandalılar. Burada yerleşik 20.000. yabancı uyruklu insan var.

Eşim de ben de öğretmenlik ve turizmi beraber yürüttüğümüz için avantajlarımız oldu. Şu an birçok çocuk okutuyoruz. Sokak köpeği çiftliğimiz var, yanımızda çalışan Alman, Norveçli veya İrlandalılar var."

29 Mayıs 2007 Salı

KATILIM ŞEKLİ

Bu blogda bilgi birikimi öncelikle "ters göçü gerçekleştirmiş" kişilerin katılımı ile oluşacaktır. Bu bilgiye ihtiyaç duyan kullanıcılara, zamanla farklı bilgi paylaşım araçları da sunulacaktır.

Katılım öncelikle aşağıda tarif edilen durumları oluşturmuş kişilerin deneyimlerini aktarması ile gerçekleşecektir.

Şehir dışına veya şehre yakın bir noktaya bilinçli bir şekilde taşınmış olmak.

Şehir dışında bulunan yerin doğal şartlarına mümkün olduğunca uyum sağlamış olmak.

Bulunan yerde yaşayanlarla belli ölçülerde iletişime geçmiş olmak.

Yine bulunan yerde yapıcı girişimlerde bulunmuş olmak,

Ve mümkün olduğunca tarafsız bir bakış açısıyla yaşanan deneyimin, kolay ve zor yanlarını anlatmak.

MANİFESTO

Şehir hayatına alternatif arayanları, bu alternatifi yaratma cesaretini göstermiş olanlarla buluşturmayı amaçlar.
Farklı bir yaşam tarzına geçişte ihtiyaç duyulan bilgileri sağlamayı,
Belli bölgelerin veya yerlerin sunduğu iş ve yaşam fırsatlarını göstermeyi hedefler.

OLUŞUM NEDENİ:

Türkiye’nin birçok büyük şehrinde ve özellikle İstanbul’da gözlenen, gün geçtikçe
Korkunç bir hızla artan insan sayısı ve bununla birlikte zorlaşan yaşam şartları her bireyi etkilemektedir.

Her ne kadar şehir ortamının kendi dinamikleri itibariyle ticaret, sanayi ve hizmet sektörleri büyümekte ise de göç oranlarının normalin üzerinde artması ekonomik büyümenin yanı sıra sosyal dengesizliği beraberinde getirmektedir.

Sosyal hatta yaşamsal sorunlara çözüm bulmakta şehirlilerin ve yetkili organların yetersiz kalması, artık şehirlere odaklı gelişime alternatif bulunması zamanının geldiğine işarettir.

Şehirleşme çarkı kendini döndürmekte zorlanmaktadır. Buna en iyi örnek; bu çarkı besleyen toplumun öncelikle düzen kurup yapıcı olamaması ve sorunların yükü ve stresli yaşam koşullarından dolayı gittikçe etrafında olanlara duyarsız hale gelmesidir.

Ayrıca, huzurlu ve doğa ile daha barışık bir yaşam tarzını çoğu zaman hayal eder ve hedefleriz. Bunun nedeni de huzurlu bir yaşamı şehir ortamına bir türlü uyduramamış olmamızdır.

Diğer taraftan, şehrin çarkına kendimizi bir kez kaptırdık mı içinden nasıl çıkacağımızı da bilemeyiz. Alternatif yaşam tarzlarını veya başka bir yere gitmeyi düşünürüz ama hiçbir zaman cesaret edemeyiz, hatta alternatifleri araştırmaya bile vaktimiz olmaz.